Güneşin Işıkları
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

AŞIK VEYSEL-2

Aşağa gitmek

AŞIK VEYSEL-2 Empty AŞIK VEYSEL-2

Mesaj tarafından AnılEs26 Çarş. Ocak 12, 2011 7:39 pm

ÂŞIK VEYSEL’İN YAŞAM ÇİZGİSİ


ÂŞIK VEYSEL’İ HANGİ KOŞULLAR ÇIKARTTI?

I) 1894 İlkbaharı

Aylardan mayıs. Her taraf yeşil otlarla bezenmiş. Havada bir top bulut koşuşturup durmakta. Yağmur yağacağa benziyor. Sağancılar sütlerini sağıp helkeyi bir kenara bırakmış, arta kalan süt için kuzuları bırakmışlar sürünün içine. Bir yandan da anasından ayrılan kuzular sütleri dökmesinler diye umar harcamaktadırlar. İşlerini bitirmiş olan sağancılar bir bölüğü köyün karşısındaki tepecikte toplamış, yerde yüzükoyun yatan kadına bir şeyler yapmağa çalışıyorlar.

“Kurtuldu anam” diyor birisi.

“Topaç gibi bir oğlan maşallah.”

“İyi bir günde doğdu gısmeti bol olur, yavrunun inşallah.”

Gülizar kadın koyun sağmaktan dönerken doğurmuştu Veysel’i.

II)

Osmanlı devletinin Avrupa’ya paçayı kaptırdığı, kurtulması güç bir hastalığa yakalandığı dönemlerdi.

Bir yüzü kayalık, bir yüzü ormanlarla kaplı bir dağ vadisinde dünyalı oluyordu Veysel. Bu dağ köyünün adı Söbalan’dı. Alanın orta yerinde bulunan küçük bir tepecikten dolayı Sivrialan denilmişti. Sivrialan’ın tarihi çok eskilere gitmiyordu. Veysel’in dedeleri köye ilk yerleşen ailelerdendi. İlkin üç beş haneli bir köyken, zamanla iki yüz haneye ulaşıyordu. Sonradan göç ederek gelen kimselere yer yurt veriliyordu ilk göçerlerce.



Peki, bu göç neydi?

Bu insanların dağ vadisinde işleri neydi?

Hangi üretimle ne kazanacaklardı?



Bu soruların yanıtını yazar Erdoğan Alkan şöyle yanıtlıyor.

“Kuyucu Murat Paşa’nın kıyımından canlarını kurtaran Kızılbaş Türkmenler, çorak mı sulak mı demeden kuş uçmaz, kervan göçmez yerlere konmuşlar. Söbalan da bunlardan birisi.”

Kuyucu Murat Paşalar’ın Alevilere kıyımı ne ilki ne de sonuncusuydu. Osmanlı yönetiminin çeşitli dinlere göstermiş olduğu hoşgörü nedense Alevi toplumuna çok görülmüştü.

Veysel ailesi de Osmanlı kıyımından kurtulup buralara kadar yerleşenlerdendi. Anadolu’nun Aleviler açısından kaderi hep buydu.



Geçmişiyle yetişen, geçmişinin öykülerini yaşantılarını dinleyerek büyüyen Veysel, Birinci Dünya Savaşı’nın çıktığı yıllarda delikanlılığının baharındadır. Arkadaşları askere gittikçe iki gözü kör olan Veysel yüreğinden yanıyordu. Neden asker olamıyordu? Neden savaşa katılamıyordu? Ona köyde asker olmamış tek erkek olarak kalması zor gelmekteydi.



Veysel’i dünyaya getiren Sivrialan köyü kıraç, verimsiz topraklara sahipti. İnsanlar zaten dünya ile bağları kesik olmasından, üretilen şeyler kıt kanaat yetiyordu. Yeten de neydi? Hamur, bulgur ve bunlardan üretilen yemeklerdi. Çay, şekerse lükstü. Sivrialan’ da yaşayan insanlar birbirlerine en güzel dayanışma örneği vermekteydi. Hem ilkel yaşam hem de ilkellik Anadolu’nun birçok yeri gibi burada da yaşanırdı.

Karabasanla çift sürülür, kağnı ile sap getirilir, döven koşulur, yaba ile tığ savrulurdu. Her evde bir çift koşumluk öküz beslenirdi. Durumu biraz iyi olan çok nüfuslu bazı evlerde iki çift öküz koşulurdu. Aydınlanmak için idare ve gaz lambası yakılırdı. Bazı evlerde de gaz satın alınamadığı için çıra kullanılırdı.

1950’li yıllarda köyde tek radyo vardı. Herkes bu radyonun başında toplanır, haber dinlerdi. Tahta barakadan yapılmış bir okul bulunuyordu. Derenin karşısına yapıldığından, bol yağmurlu havalarda sular kabarınca okula kimse gidemezdi.

Köye gelen Aşıklar ve dedeler çeşitli görevleri beraberinde getirirlerdi. Örneğin gazete haberleri, hükümetin çalışmaları, partilerin durumları vs. Bu Aşık ve dedeler hem PTT hem radyo-tv. görevini birlikte yürütüyorlardı.

Köye gelen bu kişiler, halkı büyük bir odada toplar, bildiklerini anlatırlar, saz çalınır, semah dönülür, cem yapılırdı. Veysel bu gibi toplantıların baş dinleyicisidir. Kendisini bazen kör diye dışarı attıkları da olurmuş. O yine bir yolunu bulur, toplantıya katılırmış. Veysel dedemle yaşıt ve çocukluk arkadaşı olduğundan bunları hep o anlatırdı.

Veysel’in babası Ahmet Ağa ise oğlunun bu tutkularından etkilenerek bir saz satın alır. Babası sazı Ortaköy tekkesinden yalnızlığını gidersin eğlence olsunda sıkılmasın düşüncesiyle Veysel’ e getirir. Veysel kısa sürede sazı öğrenir, ustalığını ortaya koyar.



Köyde altı ay üretim yapılırken altı ay da tüketilirdi. Eli kazma kürek tutanlarsa, yaya olarak, üç ay gibi bir sürede Çukurova’ya, Adana’ya ve Mersin’e çalışmaya gider, para kazanırlardı. Köylünün devletle ilişkileri asker-vergi almaktan öteye gidemiyordu. Köye getirilen kültür alış-verişi askerden gelenler, Çukurova’dan dönenler, Aşıklar ve dedelerdi. Bunların bıraktığı kültürden arda kalanlar salt günlük konuşmalardı. Zaten köylerde halkın konuştuğu toplam elli kelimeyi geçmezdi.

Bu koşullar Sivrialan’ dan bir Aşık Veysel çıkartmaya yeterli miydi? Ya da Aşık Veysel nasıl olmuş da Aşık Veysel olmuştu?

Babası Ahmet Ağa, akrabalarından Esma’yı Veysel’le evlendirir. Esma çok güzel bir kadındır. Veysel’le sekiz sene kadar evli kalır. Veysel, güzel karısı Esma’yı herkesten kıskanır. Bu kıskançlık, zamanla Esma’yı rahatsız edince, Esma, komşularından Hüseyin isimli bir delikanlı ile birlikte kaçar. Bu kaçış öyküsünü bir gün Esma abla bana şöyle anlatmıştı:

“Veysel çok huysuzdu. Bana geçim vermez, kıskanır dururdu. Gönlümle evlenmedim zaten. Onun huysuzluğu gereksiz kıskançlığı beni kendisinden soğuttu. Hüseyin yakın komşumuzdu. Bize azap durdu, onunla anlaştık. Zaman zaman birlikte buluşurduk. Veysel bunu sezinlemiş, hatta birkaç kez beni uyarmıştı. Ben böyle bir şeyi nasıl düşündüğünü söyledim. Zamanla bizim kaçacağımızı bile düşünmüş, umudunu kestiği de olmuş. Hüseyin’le kaçtığımızda Bafra’ya ulaştık. Çeşmenin başında çoraplarımızı çıkartıp serinleyelim istedik. Çorabımın ucundan beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Elimi sokup baktığımda bize bir ay yetecek kadar para cıktı. Bunu Veysel koymuştu. Beni çok severdi. Kaçarlarsa perişan olmasın diyerek koyduğunu düşünürdüm hep.”

Karısı kaçınca günlerce yemeden içmeden kesilen Veysel, ne yapacağını bilemiyor, kimsenin yüzüne bakamıyordu. Kapı komşularından arkadaşı Kürt Kasım bir gün Veysel’e “Gel seninle Zara’ya gidelim. Orası benim memleketim, akrabalarım var, rahat ederiz, biraz açılırsın.” Teklifinde bulununca Veysel, bu teklifi kaçırmaz, ilk kez Sivrialan’ın dışına çıkar.



III) Veysel, nasıl Aşık Veysel oldu?



Bunun nedeni:

Kimilerine göre çok sevdiği karısı Esma’nın kaçması.

Kimilerine göre, gözlerinin kör olması.

Kimilerine göreyse, Allah vergisidir.

Aşık Veysel kör bir insandır. Yedi yaşında çiçek hastalığında gözlerini kaybeder. İlaç yok, doktor yok, derde derman olacak biriside yok. Köy yerinde bir hastalanmaya gör, gerisi Allah’a emanet…

Peki, bir kör insanın çevresinden alacağı şeyler neler olabilir? Kültürel ilişki sınırlı, kimlerden neler kapacak, daracık bir dağ köyünden Türkçenin sınırı da belli göremediği şeylere nasıl ulaşsın? Sazı nasıl çalsın, türküleri nasıl yazsın?

Veysel üstün bir hayal gücüne sahiptir. Gözlerinin görmemesi, istediği bazı şeylerden yoksun kalmasının sonucu, beynini ve hayal dünyasını geliştirir. Duyduğu her şeyi kafasına yerleştirmeye çalışır. Kendisiyle alay eden köy çocuklarıyla tartışmak, onlardan aşağı kalmamak için bütün zamanını öğrenmeye ve kendisini topluma kabul ettirmeye ayırır.

Köye gelen ozanları iyi dinler, onlardan bir şeyler öğrenmeyi ilke edinir.

Veysel’in yaşadığı çevreye Emlek adı verilirdi. Şarkışla’ya bağlı dağ köyü, Kızılbaş Türkmenlerinin yaşadığı yörenin adı Emlek’ti.

Emlekse, ozanlar yatağı bir yerdir. Veysel’den önce yaşamış ve Veysel’in yaşıtları büyük ozanlar hep bu köylerden çıkmıştır. Agahi, Kemter, Aşık Veli, Aşık Hüseyin, Ali İzzet, Devrani, Aziz Üstün Talibi, Veysel’le zamanla dost olan dostluk ilişkisi içerisine giren büyük ozanlardı. Sivrialan köyünden Molla Hüseyin, Ali Özsoy Dede, Hıdır Dede hepsi ozan ve öğretici aydınlardı. Hıdır Dede, babadan kalma dedeliğini geliştirmiş, pek okuma yazması olmamasına rağmen, iyi saz çalar, türkü söylerdi. Veysel’in en çok zevkle dinlediği Hıdır Dede’ydi. Molla Hüseyin zaten saz ustası olup, Veysel’e ilk sazı öğreten yörenin aydınlarından birisiydi. Ali Özsoy Dede ise hem Arap harflerini hem de Latin harflerinden okuyup yazan aydın bir dedeydi. Aşık Veysel’le yakın arkadaş olup bilgi alış verişinde birbirlerine çok şeyler öğretmişlerdi. Agahi, Aşık Veli, Kemter Veysel’den önce yaşadılar. Aşık Veysel’in yakın arkadaşı Aşık Hüseyin, yörenin en güçlü ozanlarındandır. Otuz bir yaşında ölmesine karşın, ardında güzel şiirler bırakmıştır. Onun şiirlerini yörenin bazı ozanları kendileri söylemiş gibi topluma sunmaya kalkışmışlarsa da, bu herkesçe bilinmektedir. Ali İzzet ve Devrani aynı köylü olup Aşık Veysel’le yakın arkadaştılar. Aşık Veli ise, Veysel’i en çok etkileyen ozanlardandı. Yörede adını duyurmamış daha nice ozan vardır ki, hepside aşık Veysel’le dost ve arkadaştırlar.

Bu ozanlar Türkiye’nin çeşitli bölgelerini gezip görmüş, türkü söylemişlerdir. Aşık Veysel ise Sivrialan’ dan dışarı çıkmamış usta malı söyleyen sesi güzel, güzel saz çalan kendi halinde, kendince bir ozandı.



Veysel’in Kürt Kasım’la Zara’ya gitmesi birden bire ufkunu değiştirir. Veysel Zara’nın köylerini bir süre dolaşır. Kürt Kasım onu değişik türbe ve tekkelere götürür. Köyünden farklı şeyleri buralarda hissetmesi Veysel’i tasavvuf ağırlıklı ilk şiirlerini yazmaya iter. Veysel’in saz çalmasında Kürt Kasım’ın rolü çok fazladır. Çünkü Kürt Kasım iyi keman çalar, sazı ve kemanı kendi yapardı.

Güzellere de söyler Veysel, içinde dindiremediği acısını kafasındaki şiir alemine kaydeder. Esma’ya en güzel şiirlerini söyler. İlk kez “Zalım kafir yetim koydun kuzumu” diye karısını kaçıran Kel Hüseyin’ e sitem eder.

“ Güzelliğin on para etmez

Bu bendeki aşk olmasa”

diyerek Esma’ya hem çok sevdiğini hem de ondan daha güzellerin, güzel kadınların var olduğunu belirtir.

Zara gezisi Veysel’in ilk gezisi olmasına rağmen, ufkunun çok açık olacağının belirlendiği bir gezi bir gezi olur. Hem türkülerini rahatça çalıp söylediği hem de kendisine ikinci bir evlilik getirdiği yerdir. Zara’da Yalıncak Baba türbesinin işlerine bakan Gülizar Ana Veysel’le evlendirilir.



Artık Esma’nın aşkının kalıntıları vardır Veysel’de. Giden gitti, bir daha dönüşü yoktur. Bu bilinçle kendisine yeni bir yol çizer. Bu yol Veysel’i Sivrialan Köyü’nden evrensel bir boyuta ulaştırır. Bu evrenselliği ulaşmasının başlangıç tarihi, 5 Ocak 1931’dir. Bu tarihte Sivas Maarif Müdürü Ahmet Kutsi Tecer, Sivas’ta bir “Aşıklar Bayramı” düzenler. Veysel de çağrılır. Üç gün on beş aşık çalıp çağırmış, sonuçta Ahmet Kutsi Tecer, Veysel’e de “Halk Şairi” belgesi vermiştir.

Bu belgeyi alan Veysel, çocukluk arkadaşı İbrahim’le birlikte yaya olarak Adana ve Mersin başta olmak üzere birçok vilayeti dolaşırlar.

Seferberliğin bitimiyle birlikte ülkede yeni bir yapılanma hareketi başlatılmıştır, Atatürk’ün geliştirdiği fikirler adım adım uygulamaya koyulmuştur. Veysel bu yeni Türkiye’yi gezerek, yaşayarak tanımaktadır. Atatürk’ün umarlarına manevi bir destek vererek türkülerinde en güzel bir şeklide dile getirmiştir.

Cumhuriyet’in onuncu yılı dolayısıyla Veysel’in yazdığı şiir Atatürk adının taşımaktadır. Bu şiiri, Veysel, istek üzerine yazar. Nahiye müdürü istek üzerine yazdırdığı şiiri çok beğenir. Veysel’e bu şiiri Ankara’ya ulaştırmasını söyler.



Veysel arkadaşı İbrahim’le birlikte yaya olarak Sivas, Yozgat, Çorum, Çankırı, Kırşehir köylerinden geçerek üç ayda Ankara’ya ulaşırlar. Bir rastlantı sonucu şiiri Hâkimiyet-i Milliye gazetesine verilir. Şiir üç gün üst üste yayımlanır. Veysel’in adı artık duyulmuş, Veysel, Aşık Veysel olma şansını yakalamıştır. Aynı günlerde Ankara Halkevi’nde bir konser verir. Çok beğenilir. Ayağında çarıkla, bacağında şalvarla geldiği Ankara’dan takım elbise ve ayakkabı ile ayrılır.

Veysel’in ikinci büyük olayı da İstanbul düşüdür. Ata’ya duyuramadığı türküsünü mutlaka ulaştıracaktır. Ankara’da kendisine İstanbul’da bulunan Radyoevi’ne gitmesi söylendiğinde yine arkadaşı İbrahim’le yollara düşer. İstanbul’da Radyoevi Müdürü Mesut Cemil, kılık kıyafetlerini görünce baştan savmak ister. İçinden gelen bir dürtü ise “bir kere saz çalıp türkü söylesin” diye geçirir. Veysel’i dinledikten sonra, akşam programa çıkarır. O ara İstanbul’da bulunan Atatürk radyodan Veysel’i dinleyince hemen ozanın bulunup getirilmesi için talimat verir. Radyodan çıkan Veysel, Sivaslı bir kapıcının evine konuk olmasından dolayı bulunamaz. İkinci gün Ata’nın kendisini arattığını duyunca direk Dolmabahçe’ye gider. Fakat yaveri görüştürmez. “ O bir anda geldi geçti, bir daha ararsa sizi bulurum” der. Bu olay, Veysel’i çok etkilemiştir.

Veysel’in sazı artık Anadolu’da köy bucak konuşacaktır. Her yere gider gelir. 1940’da İbrahim’den ayrılarak Küçük Veysel adıyla tanınan Veysel Erkılıç’la dolaşmaya başlar. 1960’ta Küçük Veysel ölünce artık oğlu Ahmet’le çıkacaktır Anadolu’ya…

Aşık Veysel’in yaşamında, kişiliğinin ve sanatının oluşumunda en büyük etken hiç kuşku yok ki; Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yaptığı dönemdir. Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İsmail Hakkı Tonguç ve Bedrettin Tuncel’ in girişimiyle 1941 yılında, Köy Enstitüleri’nde müzik öğretmenliğine başlar. Hasanoğlan, Yıldızeli, Çifteler, Ladik, Gölköy Öğretmen Okulu’nda Tonguç’un eğitim ordusuna katılarak bir nefer olarak çalışır.

Bu tarihten ölümüne dek Türkiye’yi karış karış dolaşarak Atatürk’ün ilkelerini, cumhuriyeti, laikliği sarsılmaz bir azimle savunur.

Aşık Veysel’in türkülerinde işlediği konuların ağırlığını Türkiye’nin kalkınmışlığı, çağdaşlığı, laikliği oluştururken doğa sevgisi, birlik, beraberlik onda işlenen konular arasında yer alır. Biz burada Veysel’in sanatını ve özelliklerini vermeyeceğiz.

Aşık Veysel’in Sivrialan’ dan çıkması ne bir rastlantı ne de tanrı vergisidir. O sadece yörede yetişen ozanlardan bir tanesidir. Ama kendini iyi yetiştirmiş, toplumla çabuk kaynaşmış, seçtiği konular onu tüm Türkiye insanına mal etmiştir.

Kaynak: Anı Makale Röpotajlarla, AŞIK VEYSEL, Antolojisi, Gülağ ÖZ



AŞIK VEYSEL İLE SÖYLEŞİ



Yaşar Özürküt

21 Aralık 1972 (Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi)

Aşık Veysel kanser hastası olarak, Ankara Yüksek İhtisas Hastanesinde yatıyordu. 21 Aralık 1972 günü, nagra marka ses alma cihazını omuzlayıp, hastanenin yolunu tuttum. Hastane odasına girdiğim zaman, Ankara Radyosu prodüktörlerinden arkadaşım Fatma Günbulut ile daha sonra 12 Eylül diktasının TRT'nin başına oturtacağı hem Kerim, hem Aydın hem Erdem diye tanımladığımız servis müdürümüz de odadaydı. İlkin geçmiş olsun deyip bir kenara oturdum. Benden önce gelenler söyleşiyorlardı. Sessizce mikrofonumu açtım. Onlar gidene kadar da kapatmadım. O arada Aşık Veysel'e yemek yedirdiler. Kaşık tabak efektleri dahil, bir saat içindeki tüm sesleri bandıma kayıt ettim.

-Veysel Baba, bir ara köy öğretmenliği yaptın. Nerelerde bulundun?

-Köy öğretmenliğinde, evvel Arifiye'ye gittim. Sonra Hasanoğlan'a geldim. Daha sonra Çifteler Köy Enstitüsü'ne gittim. Kastamonu Gölköy'e gittim. Ondan sonra Yıldızeli'ne gittim. Samsun-Ladik Köy Enstitüsü vardı. Oraya gittim. Bir hafta kaldım,eve izinli geldim on beş gün. Ondan sonra da gitmedim. Serbest gezmek daha iyime geldi. Oralarda aylarca bekliyordum. Altı ay, yedi ay ,sekiz ay. O sıkıyordu beni. Onun için oradan ayrıldım.

-Öğretmenken evli miydin?

-Evliydim.

-Bir mektup aldım, gül yüzlü yardan o zaman yazıldı değil mi?

-O Hasanoğlan'da yazıldı.

-Toprak 46'da değil mi?

-Toprağı, 44'te Eskişehir-Çifteler'de yazdım.

(HASTAHANE GÖREVLİSİ YEMEK YEDİRİYOR.)

-Yemeğe tuz atim mi baba?

-Yok eyidir. Ekmek verme...

-Buyurun.(Tabak çatal sesleri) Baba sen tam rakı yemekleri yiyorsun yahu!

-Eskiden rakıcıydık canım!

-Şimdi vaz mı geçtin?..Buyurun.

-İyi.

-Daha istemiyorsun?

-Heee.

-Peki. Ispanak ister misin?

-Ver bakim bir kaşık da ondan.

-Yalnız tuzu azsa söyle de tuz atim.

-Zaten yiyeceğim bir kaşık.

-Buyurun...Tuzu nasıl?

-Hep yoğurt veriyorsun; biraz da pilav ver...Az katıyorsun pilavı.

-Peki baba...Bak bakalım tuzu nasıl...Biraz yoğurt katalım mı pilava?

-İyi olur. Biraz da ekmek ver.

-Köy ekmeği evet.

-Tamam ver bakalım.

-Buyurun.

-Eşki.

-Ekşi mi? Daha iyi değil mi?Buyurun salata da var.

-Şeyden ver.

-Piyaz mı?

-Evet evet.

-Etten bir parça yemeyecek misin?

-Yok. Korkuyorum, rahatsız ediyor.

-(Yemek servisi kaldırılıyor, ben de söyleşiye başlıyorum.)

-Veysel baba, radyocu olarak değil; bir dost olarak söyleşmek istiyorum sizinle. Benim özel arşivim var. Aşık Veysel arşivi. Osman Özdenkçi'de de yok, Türkiye Radyolarında da... Ben bu arşivime ekleyeceğim bu söyleşiyi.

-Olur.

-Özeldir. Dostça... Radyocu olarak değil,eğer bu rahatlıkta konuşacaksak konuşalım. Yoksa yarın, ya da başka bir gün gelirim.

-Bugün konuşalım.

-Şimdi şöyle diyeceğim. Bende birçok bandınız var. İstanbul Radyosunda Neriman Tüfekçiyle yaptığınız bir saatlik söyleşinin kopyasını da arşivime aldım. Kime gerekli olsa, benden alır kullanır. Bugünkü söyleşide o bantlarda olmayan soruları sormak istiyorum. Sizce halk kültürü, halk şiiri, halk müziği ne anlamdadır. Sizin anladığınız anlamda bunların tanımı nedir. Bize kısaca der misiniz?.

-Bizde halk şiiri bayağı bir nasihat anlamındadır. Şiirlerin içinde sözler vardır ki, yani bir ata cevabı gibi, daha üstün anlamlar vardır. Duygular da şudur ki; insanlar tabii müzik ruhun gıdasıdır. Onun için kendi memleketimizin şiiri veya havaları hoşumuza gelir. Her memleket de öyledir. Bu o anlamdadır.

-Ben şunu anlıyorum, şimdi halkın şiiri, müziği, halkın günlük yaşamından oluşuyor ve halkın anlayacağı, yani halk dediğimiz daha çok köylü, işçi taban olan insanlarımızın anlayacağı bir dolu sözü bir arada öz olarak deyiş...Bunu demek istiyorsunuz.

-Evet evet

-Ben konuşmalarımda sık sık dile getiririm; benim sayfalar dolusu yazıyla anlatamadığımı Aşık VEYSEL Benim sadık yarim kara topraktır diye bir mısrada bütünlemiştir derim. Siz de bunu özetlediniz. Ben kimi çevrelerin yakıştırdığı gibi, son halk ozanı Aşık VEYSEL yakıştırmasına katılmıyorum. Fakat şu bir gerçek, Aşık VEYSEL'in yeri Türk halk kültüründe ayrıdır ve öyle kalacaktır. Peki sizin kuşaktan, sizin yanınızda, çağdaşınız olarak, beğendiğiniz halk şairleri kimlerdir?

-Valla, orası işte ...kimseye iyi veya kötü diyemem. Sebebine gelince, bir bahçede elli çeşit meyve ağacı olur. O ağaçlar birbirinin meyvesini bilmez. Kokusundan da tatmaz. Yalnız onu insanlar yer. Şu ekşiymiş, şu tatlıymış, şu daha mayhoşmuş, o kıymeti onlar verir. Biz şimdi ona benzer bir şeyiz ki, ben Ahmet iyidir, Mehmet kötüdür diyemem. Demeye haddim yok. Onun için, bu hususta özür diliyorum.

-Estağfurullah, ben zaten iyi kötü ayırımını istemedim.

-Beğendiğiniz dediniz ama..

-Evet

-Benim için hepsi iyidir. Hepsinin, her iyinin bir kötü, her kötünün bir iyi tarafı vardır. Buna, olduğu gibi hepsine iyi diyemeyiz ki. Onun için birisi senin hoşuna gider, iyi dersin; O birisi onun kötüsüne gider istemez. Bunlar alemin arzusu bir yere bağlı değil ki. Herkesin ayrı ayrı görüşü, duygusu var.

-Peki o zaman , sizden önceki kuşaktan Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan kuşağından her ne kadar okuma-yazma olanağı bulamadıysanız bile, kulağa geldiği kadarıyla sizin tercihiniz ; ya da benim şu an sayamadıklarım arasında Emrah'tan daha eskilere kadar beğendiklerinizi söyleyebilir misiniz?.

-Beğendiklerim, işte Karacaoğlan, Pir Sultan, Emrah, Dertli, sonra bizim orada varmıştı, onların adı pek yayılmıyor.. Türabi Dede isminde birisi varmış. O Hacı Bektaşi Veli'nin dergahında postnişin imiş. Ondan biliyorum ezberime birkaç şiir. Aşık Veli, Kemter Baba, ondan sonra bir çok aşık var.Onlar da bizim oralı. Aşık Kemter 1225 senesinde hayatta imiş. Şiirinin birinde şöyle söylüyor. Bir gün çiftten gelmiş. Konya'dan evliymiş. Kendisi bizim Kale Köyü var, oradan. Çiftten gelmiş, hanımı ayağını soymuş, yıkamış cezveyi ocağa sürmüş, kahve pişirecek, karısına dönmüş: Konyalı demiş. Buyur Kemter Baba demiş karısı. Kahve acı, tütün acı doyurur mu üç acı bir acı demiş. Yani açım demek istemiş. Bunların evde türkülerini deyişlerini çok ezberledim. Ve kendim yazana kadar bunların şiirleriyle çalıp çığırıyordum. Kendim yazdıktan sonra onları bıraktım. Hatta kullanmayı kullanmayı unuttum onları.

-Şimdi benim bir sorum da şu: Şiirlerinizde sürekli aşama var. Yani çok dar bir görüşten, sürekli geniş dünya görüşüne doğru bir gelişme var. Bunu neye bağlıyorsunuz?. Yani şiirlerinizde sürekli halka yaklaşan bir aşama var. Bunun gerekçelerini siz söyleyebilir misiniz? Bunu şunun için istiyorum ; yeni başlayanlar var, sizden sonraki kuşaklar olacaklar var. Bunlara çalışmalarında örnek olsun istiyorum bu yanıtı.

-Evet ama, yine aynı dediğime geliyor ki, herkes bir yüzden seviyor. Birisi birinin hoşuna gidiyor, biri ötekinin . Yalnız şu var ki, söylenen sözde bir öz olması lazım. Özü olmayan söz hiçbir şeye benzemez. Yaşamaz. Onun için öz var umut ediyorum benim söylediğim sözlerde.

-Yani halk kendinden yaşantısından bir parça buluyor.

-Evet evet... Mesela ben, bu şey olmaz ama icap etti söyleyim... Şeyde İstanbul'da geldiler gözlerini açalım dediler. İstemem dedim... Yahu nasıl olur da istemezsin. Bu fırsatı insan kaçırır mı? dediler. İstemem dedim tekrar. Sebebi dediler. Sebebiyse, ben şimdiye kadar kafamda bir yuva kurmuşum. Gözüm açılırsa, o yuva dağılır. Tekrar kurmaya imkan olmaz. Bu yuvayı dağıtmak istemiyorum dedim. Adamlar da gittiler. Onun üzerine şunu yazmıştım. Siz diyorsunuz ki geniş anlamlar var şunlar bunlar.

BİR KÜÇÜK DÜNYAM VAR İÇİMDE BENİM,
MİHNETİM, ZULMETİM BANA KAFİDİR,
GÖRENLER DAR GÖRÜR GENİŞTİR BANA,
SOHBETİM, ÜLFETİM BANA KAFİDİR.

İSTEMEM DÜNYANIN SALTANATINI,
SÜSLÜ GİYİMİNİ ARAP ATINI,
BİLİRSEM TÜRKLÜĞÜN VAR KIYMETİNİ,
VATANIM, MİLLETİM BANA KAFİDİR.

İSTERDİM HAYATTA DÜŞMANLA SAVAŞ,
MİLLETİME KURBAN OLAYIDI BU BAŞ,
NASİP DEĞİL İMİŞ, ŞEHİTLİK KARDEŞ,
İMANIM NİYETİM BANA KAFİDİR.

DÜNYA GENİŞ OLSUN, İSTER DAR OLSUN,
YETER Kİ KALBİNDE İMAN VAR OLSUN,
HER ZAMAN MİLLETİM BAHTİYAR OLSUN,
BU RÜTBEM, MESNEDİM BANA KAFİDİR.

İÇİMDE BESLERİM, BİR BÜYÜK ORDU,
ÇINLATSIN DÜŞMANI,YÜKSELTSİN YURDU,
AZMİ, ZİHNİYETİ VEYSEL'DİR DERDİ,
İŞTE BU NİYETİM BANA KAFİDİR.

Benim alemim, herkesin alemine karşı bir alem değil. Çünkü, dünyadan bihaberim. Dünyayı gezdim, ne gördüm. Hiçbir şey görmedim. Yalnız dünya beni gördü. Ben
dünyada gezdim, işte Ankara'dayım ne görüyorum. Hiç. Ama alem beni görüyor. Benim dünyaya gelişim, gidişim bu şekilde.

-Fakat öyle bir dünya görüşü var ki sizde; herkesin göremediğini görüyorsunuz. Biz ağacı görüyoruz, fakat sizin görüşleriniz gibi göremiyoruz. Bu görüş Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi, ya da Aşık Veli, Kemter Baba gibi asırlar ötesine kalacak bir görüş, bir deyiş. Fakat onların şanssızlığı, teypin, bantın, plağın, pikabın olmayışı.

-Olmayışı evet.

-Böyle canlı kalamamışlar. Şimdi ben sizden, çok özel bir şey isteyeceğim. Diyeceğim ki Aşık Veysel, 2000 yılında, ya da 2100 yılında , Allah hepimize uzun ömür versin ama, her halde 2000 li yıllarda olmayacağız.

-Olmayacağız.

-Ama radyo olacak ve şu bant kalacak radyoya. Diyeceğim ki Aşık Veysel 2000'li yılların kuşağına sesleniyor, fakat kendisi yok. Biz de yokuz. Aşık Veysel o kuşağa ne der?

-Eveeet. Aşık Veysel o kuşağa ne der...

-Evet şöyle söyleyeyim, yani istediğiniz gibi söyleyin. Ben hiç karışmayayım . Düşünün ki bizler yokuz dünyada. Fakat radyo var, dinleyicilerimiz var.

- Onlara söyleyişim şu olacak: Çalışmak, azim, fikir. Efendime söyleyeyim, bunlar mevcut olacak. Dönmeyecek azminden insanlar. O azminden dönmeyen insan, muhakkak erinde geçinde arzusuna ulaşır. Fakat azim deyince o da , biri yani yanlış yola azim etmiş, o muhakkak yolda kalır. Fakat doğru yola azmederse, o kendini bir selamete çıkartır. Ve ismini baki kor dünyada, kendi de baki kalmış olur. Yoksa yanlış yola azmetmiş, onun muhakkak bir gün kafasına vururlar. Ondan hayır çıkmaz. Çıksa kalsa bile herkes nefret eder. İnsanlar iki şeyle anılır; biri nefretle, biri rahmetle. Nefretle anıldıktan sonra, hiç anılmasın.

-Eveet bunu diyorsunuz. Bu bandı ben kopya ettirip, Türkiye Radyoları arşivlerine koyacağım. Bizlerden sonraki kuşaklara armağan edeceğim. Kopya fazla dağılmayacak. Öyle sağlam bir şekilde kalacak. Farz edin ki, yüz sene sonra bu bandı koyacaklar ve yüz sene önceden sizin anonsunuzu dinleyecekler. Bu anlamda bir ses verebilir misiniz bana?

-Nasıl ses veririm...Ses veremem ki.

-Düşünün ki, yüz sene sonra radyoda bu bant yayına girecek; Aşık Veysel de yok, Yaşar Özürküt de yok radyoda...

-Nasıl söyleyeyim, onu da şöyle bir şey var.

Varlığım, yokluğum bir Veysel adım,
Kalacaktır gök kubbede ses kadim,
Bunca yıldır kendi kendim aradım,
Hiçbir türlü bulamadım ben beni.

-Bu dörtlüğü şimdi mi yaptınız, önceden mi vardı?

-Önceden.

-Fakat söylemek istediğinizi bu dörtlükle söylüyorsunuz.

-Evet evet. Ses kadim kalacak.

-Peki çok teşekkür ederim. Yordum sizi. Sağlık dilerim.


Not: Söyleşi ilk kez, Aşık Veysel'in öldüğü gün olan 21 Mart 1973 de TRT radyolarında yayımlanmıştır.
N. Nehir AKBAŞ' A SONSUZ TEŞEKKÜRLER...
AnılEs26
AnılEs26
Admin

Mesaj Sayısı : 69
Kayıt tarihi : 27/12/10
Yaş : 26
Nerden : ESKİŞEHİR

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz